23 Ekim 2016 Pazar

Tonino Valerii'nin Ardından


TONINO VALERII’NIN ARDINDAN 

Geçtiğimiz hafta çok sevdiğim İtalyan bir yönetmen öldü, Tonino Valerii. Öldüğünü ancak 2 gün sonra öğrenebildik, gazeteler yaşını ve bazen de soyadını yanlış yazdı, filmografisine dair de pek bir kelam edemediler. Halbuki kendisi, sağlam avantür filmlere imza atmış son derece seçici bir yönetmendi. Bu filmlerden bir tanesini öyle zannediyorum ki, izlemeyen yoktur. Benim açımdan asıl önemi de çocukluğumdan beri sayısız defa severek izlediğim ve her defasında da ayrı bir haz aldığım o filmdir, yani Terence Hill ile Henry Fonda’yı biraraya getiren ve spaghetti westernlerin adeta dip toplamını çıkarıp parodisini yapan o kusursuz “My Name is Nobody” (Benim Adım Hiçkimse, 1973) filmi. Bana bu küçük yazıyı yazdıran film de, hiç kuşkusuz odur.

Tonino Valerii’nin ardından birkaç kelam etmesem olmazdı, hazır burada böyle bir fırsatımız varken onun yönettiği spaghetti westernlere odaklanan küçük bir yolculuk yapmak istiyorum. Tonino Valerii şanslı biri. Sinemaya yönetmen olarak adımını atmadan önce asistanlık yaptığı filmlerden ikisi, sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden biri tarafından çekilen sinema tarihinin en önemli filmlerinden ikisi. “A Fistful ofDollars” (Bir Avuç Dolar, 1964) ve “For a Few Dollars More” (Birkaç Dolar İçin, 1965). 

Haliyle, Sergio Leone sinemasıyla yoğrulmak onun sadece sinemasal vizyonunu değil, ileride kendi filmlerindeki oyuncuların istihdam edilmesi süreçlerinde de bir anlamda kredibilitesini arttıracaktır. O nedenle, Craig Hill ve George Martin’in oynadığı ilk westerni “Taste of Killing” (Öldüren Haydut, 1966) hariç Valerii’nin diğer filmlerinde türün en büyük isimleri adeta cirit atmaktadır.



Tonino Valerii, spaghetti western filmlerinde her seferinde ayrı formatta bir film çekmiştir. Beş filmi vardır, beşi de birbirinden farklı yapılara sahiptir. Kadroları, anlatı yapısı ve temaları çeşit çeşittir. Hikayelerinde ortak bir izlek yakalamak çok zordur. Belki bir tek “Day of Anger” (1967) ile “My Name is Nobody” (1973) arasında bir takım korelasyonlar yakalayabiliriz, o da özü itibariyle çok da abartılamaz çünkü ana karakterlerinin motivasyonları son derece farklıdır. 

Valerii’nin yönetim tarzında belirgin bir Leone etkisi olduğu su götürmez, bunun kusursuz versiyonu bir iki sahneyi bizzat Leone’nin çektiği “My Name is Nobody”dir. Ustaya yaklaşan ve yer yer onun bazı sahnelerini aşan sahnelerinde bulunduğu tek filmi bence budur. Tüm westernlerinde yakın plan, hareketli kamera, eril bakış açısı yer alır. Filmlerinde intikam, şiddet ve sistemi sarsan özgür bireyler vardır. 

Müzik, filmlerinde (özellikle son dört filminde) önemli bir yer tutar. Bu saydığım özelliklere ilaveten Leone sinemasından bazı önemli oyuncuları da kadrosuna katmıştır. Seçicidir, sağlam aktörlerle çalışır. Şimdi Tonino Valerii’nin spaghetti westernleri üzerinden kısaca geçelim ve yazıyı tamamlayalım.



TASTE OF KILLING (ÖLDÜREN HAYDUT, 1966)
Açılışında bile (hem görüntü hem jenerik) belirgin bir Sergio Leone etkisi olan filmin, her ne kadar uluslararası isimlerden oluşan bir kadrosu olmasa da, türün yapıtaşlarına hakim bir anlatısı, sürükleyici bir hikayesi, sıkı bir kurgusu ve yetkin bir yönetmenliği olduğunu söylemek mümkün. At arabasına kurulan bir pusuyla açılan film, Craig Hill’in dürbünlü tüfeği, Fernando Sancho’nun meymenetsiz suratıyla dur durak bilmeyen bir maceraya dönüşüyor. Spaghetti westernlerin birçok klasik figüranı bu filmde mevcut. Beni filmde rahatsız eden tek şey dublör gerektiren işlerin çok vasat olması, yapımcı amatör Meksikalıları toplamış gibimi geliyor. Filmin finalini seyredince, Tom Selleck’in o meşhur westerni “Quigley Down Under”ın (Avcı, 1990) finalindeki hangi hoş detayın bu filmden esinlenilerek alındığını hemen fark edeceksiniz, hatta belki “Saving Private Ryan”daki (Er Ryan’ı Kurtarmak, 1998) bir imgenin. Sonuç olarak, “Taste of Killing”, bir ‘ilk film’ (debut) olarak gayet güzel bir film.


DAY OF ANGER (ÖFKELİ GÜNLER, 1967)
Bir spaghetti westernin senaristlerinden birisi Ernesto Gestaldi’yse orada duracaksın. İleride hakkında başlı başına bir yazı kaleme alacağım bu önemli isim 18 tane westernin senaryosuna katkıda bulunmuş, ben izleyebildiklerimin tamamını beğenirim. Gestaldi, Valerii’nin yönettiği 6 filmde senaryo koltuğunda oturmuş, ilki “Day of Anger” (Öfkeli Günler, 1967). Bu film aynı zamanda Giuliano Gemma ile Lee Van Cleef’in biraraya getiren ilk ve tek film. “Kill Bill Volume 1”nın en kritik sahnesinde de çalan o müthiş müzikler Riz Ortolani’den. Tarantino bu filmin müziklerini o kadar çok sever ki, bir pasajını da “Django Unchained”de (Zincirsiz, 2012) kullandı. “Day of Anger”ın görüntü çalışması ise Enzo Serafin’den. Bu film hakkında çok kapsamlı bir yazı yazacağım için şimdilik konusundan bahsetmeyeceğim ama son derece keskin bir politik okumaya müsait olduğunu söylemekle yetineceğim.  



THE PRICE OF HONOR (IL PREZZO DEL POTERE, 1969) 
“The Price of Power” adıyla da bilinen “The Price of Honor” (1969) bence Valerii’nin gizli hazinelerinden biri. Öncelikle temposu emin adımlarla ilerliyor, karakterlerin altı iyi çizilmiş. Giuliano Gemma 15 dakika sonra falan ortaya çıkıyor. Hem komplo hem de diğer olaylar doyurucu bir şekilde aktarılmış. Aksiyon filme ustaca yayılmış ama aksiyonun hikayenin özüne zarar vermesine izin verilmemiş, mesela final buna iyi bir örnek teşkil ediyor. Luis Bacalov’un müzikleri özellikle gerilim anlarını ustaca pekiştiriyor ve tempoya büyük bir dirilik katıyor. Karanlık ve yağmurlu sahneler süper. Stelvio Massi geniş planlarda ve açık havada da harikulade resimler yakalamayı başarmış. Filmin asıl hoşluğu ve onu tüm bir spaghetti janrında tamamen ayrı bir konuma oturtan özelliği, John F. Kennedy suikastını metaforize ediyor oluşu.



A REASON TO LIVE, A REASON TO DIE (9 HIZLI ADAM, 1972)
“The Dirty Dozen” (12 Kahraman Haydut, 1967) çakması mı? Evet. Öyle. Finalde “Wild Bunch” (Vahşi Belde, 1969) etkisi var mı? Bence biraz var. Ama ne önemi var? “A Reason to Live, A Reason to Die”da (9 Hızlı Adam, 1972) bomba gibi film. Kadro desen olağanüstü. James Coburn, Bud Spencer, Telly Savalas bir arada. Hele Savalas’ın finaldeki baskın sırasında iki üç defa beşer saniyelik birer bakışı var ki, işte oyunculuk budur dedirtiyor. Ölümü ise spaghetti western filmleri külliyatının en çarpıcı ölümlerinden biri. Tonino Valerii bir sonraki western başyapıtında kullanacağı bir sürü sinemasal hileyi bol bol bu filmde kullanmış, özellikle de odak değiştirme, mercek oyunları ve tuhaf kamera açıları eser miktarda mevcut. Yine senaristlerden biri Gestaldi. Müzikler Riz Ortolani’den. Üstelik “Once Upon a Time in the West”teki (Batıda Kan Var, 1968) o meşhur McBain evi burada da kullanılmış. Tam bir nostalji geçidi. “A Reason to Live, A Reason to Die”da finale kadar aksiyon zayıf ve tempo yer yer düşüyor. Seyirciden yeterli teveccühü görmemiş olmasını bir ölçüde buna bağlıyorum. 15 yıl kadar önce 100 dakikalık bir versiyonunu izlemiştim, sonra erişebildiğim en uzun versiyon 112 dakikalık olan oldu. İnşallah bir gün 119 dakikalık uncut’ı izlemek nasip olur. Yine de beğendiğim bir filmdir. Meraklısına tavsiye ederim.


MY NAME IS NOBODY (BENİM ADIM HİÇKİMSE, 1973)
Şahsi kanaatimce en iyi spaghetti westernlerden biri. İlk izlediğimden beri hastası olduğum onulmaz bir yara, bir sinema olayı. Tonino Valerii’nin şaheseri bu filmdir. Kadro, Leone kökenli. Oyunculuklar (Fonda, Hill), müzikler (Morricone), kurgu (Baragli) ve görüntü çalışması (Ruzzolini) muhteşem. Senaryo zaten on numara. Her şeyden önce hikayenin fikri Sergio Leone’den çıkmış. Filmin muazzam bir açılışı var, spaghetti western tarihinin zirvelerinden biri. “My Name is Nobody” (Benim Adım Hiçkimse, 1973) ana gövdesinde sağlam bir hikaye barındırırken, türün klişeleriyle de dalga geçmeyi ihmal etmiyor ve bir sürü başyapıta göndermelerle dolu girift bir senaryo ortaya koyuyor. Hakkında çok ama çok kapsamlı bir yazı yazmayı düşündüğüm için fazla detaya girmeyeceğim. “My Name is Nobody”, Henry Fonda’nın da son westerni. Yani daha iyi bir final olamazdı. Tek kelimeyle, başyapıt! Üç kelimeyle: Başyapıt, başyapıt, başyapıt!

Yazan : Ertan Tunç



23 Mayıs 2016 Pazartesi

El Emeği Spaghetti


Nisan ayı içerisinde Modern Alt Kültür'de Spaghetti Western başlığı altında çeşitli örneklerini sunmuş olduğumuz yeni nesil hayran çalışmalarına bir örnekte Türkiye'de ki Spaghetti severlerden sevgili dostumuz Turgut tarafından ulaştırıldı. 

Sinematik Spaghetti'de zaman zaman yer vermekte olduğumuz Ken Parker'e ilişkin haberlerle beraber, spaghetti tarzının çizgi roman yansımaları her zaman ilgi odaklarımızdan birini oluşturmakta. Bu sefer filmlerle oluşan grafik kültürünün günümüze uyarlanmasından ziyade, günümüzün bir çizerinden eski usüle saygı duruşu çerçevesinde o yılların çizim zevkini yansıtan çalışmalarla karşılaşıyoruz. 


Spaghetti hinliğine sadık kalarak öz geçmişini ve hatta ismini dahi paylaşmamızın çokta gerekli olmadığının altını çizen dostumuzun Clint Eastwood üzerine hazırlamış olduğu çizimlerinin sizler tarafındanda sevileceğini düşünüyoruz. 

Leone'nin Adsız Kovboyuna sadık kalınarak çizgi roman albümlerinin kapak tasarımından, spaghetti western afişleri anlayışının bir harmanı şeklinde hazırlanmış çizimlerin yanında setin bonusu olarak Sartana çalışmalarıda çabası. 




Turgut'un Yeşilçam üzerine hazırlamış olduğu diğer çizimlerinide Sinematik Yeşilçam sitemizden takip edebilirsiniz. 

İyi seyirler diliyoruz.





15 Mayıs 2016 Pazar

Spaghettilere Emek Veren Besteciler - Bölüm 4


Guido ve Maurizio De Angelis :

Spaghetti Westernlere emek veren müzisyenler serimize türün eski usul ve klasikleşmiş isimleri üzerine saygı duruşumuzu ihmal etmeyerek başladığımızda elbette türün vazgeçilmezi olan 'Hinlik' öğesine sadık kalarak yeni bir anlayış ve taze kan düsturuna bağlı isimlerle de sürdürmenin gerekliliğini ihmal etmeyecektik.

Spaghetti Western, İtalyan sinemasının hem klasik hemde yeni nesil anlamda tarih yazmaya ramak kaldığı dönemde, sadece köklerinden beslendiği Amerikan anlayışının bir taklidiyle sınırlı kalmayacağının, kendi öz birikimiyle yeniyi harmanlayarak çevresindeki komşu ülke sinemalarına yeni bir soluğu ihraç edebileceğinin kanıtıydı. Müzikal anlamda Morricone ile başlayan yeni usül, oyunun temel kuralı gereği değişim ekseni içerisinde günün popüler müzik akımlarıyla klasik anlayışın harmanını esas almaktaydı.

1940 lı yılların sonlarında dünyaya gelme şansına nail olarak dünyanın topyekün değişime doğru yol alacağı 1960 lı yılların son yarısında müzik sahnesinde ilk olgun meyvelerini vermeye başlayacak iki İtalyan kardeşte bu harman ve değişim rüzgarının odak noktasında müzikal çalışmalarını sürdürmekteydiler. Roma yakınlarında dünyaya gelen ikili , 1970'li yıllarda Spaghettilerden beslenerek yeni bir alt kol halini alacak 'Belly Laugh' komedi filmlerinin en ünlü ikilisi Bud Spencer ve Terence Hill ikilisi filmlerinin müziklerine can verdiler.




Bud Spencer ve Terence Hill'in sinema serüvenleri Spaghetti Westernlerle başlamış ve ünlerinin doruğuna yukarıda bahsetmiş olduğumuz yeni akımla kavuşmuşlardı. İkilinin koca adamı Bud, geniş kadrolu spaghetti western filmlerinin oburluk ve mizah öğesini temsil eden karakterdi. Terence ise Franco Nero'ya alternatif olarak düşünülerek Django serisiyle tanınmaya başlamış ve ardından daha önce ele aldığımız My Name is Nobody ve Un Genio, Due Compari, Un Pollo ile türün komedi açısından zirve eserlerinde başrolü üstlenmişti. İkilinin beraberce rol aldığı Trinita Kardeşler serisi de Belly Laugh'a uzanan yolun kapısını aralayan çalışmaydı.

Spaghettilerin güç kaybetmeye başladığı 1970'lerin ikinci yarısında çıkışı arayan yapımcı ve yönetmenler türün alternatif anlamda en sıradışı örneklerini sunarken De Angelis kardeşlerin müzikal anlayışını arka planda görmeyi tercih ettiler. Böylece Keoma ve Mannaja gibi ağıt havasında ve progresif yaklaşımla çekilmiş spaghettilerin müzikleri ortaya çıktı. 




Spaghettilerin ortaya çıkışından bu yana sürdürülmekte olan ballad geleneğinin rock müzik anlamında modernize edilmiş versiyonlarıda bu yöntemle yeni ancak uzun ömürlü olmayan bir akımı oluşturmuş oldu. Saykodelikten progresife oldukça ilginç kulvarlara göz kırpan besteler ikilinin asıl uzmanlaştığı komedi filmleri müziklerinin yanında birer önemli deney olarak film müzikleri tarihindeki yerini aldı. 

Poliziesco filmlerinden komediye, Spaghettilerden çizgi filmlere kadar pek çok sinema türüne kendilerine has tarzlarıyla katkıda bulunan kardeşler sahnede çeşitli farklı isimlerle yer almayı tercih ediyordu. Bu isimlerden en çok bilineni Oliver Onions du ve spaghettilerin İtalyadan sonra (belkide İtalyadan daha çok) popülerleştiği ikinci ülke olan Almanya'da bilinen isimleride buydu. 

Guido ve Maurizio De Angelis Resmi web sitesi için buraya tıklayınız. 
Full diskografi için buraya tıklayınız. 
Yazan : Gökay Gelgec - Yojimbooo

Trinity Stand Tall :

3 Mayıs 2016 Salı

LA RESA DEI CONTI : The Big Gundown - 1966 (Birinci Bölüm)


Birinci Bölüm :

Sergio Sollima hakkındaki bir yazımda ve “Sinemada Für Elise” adlı kısa incelememde bahsetmiştim ama “The Big Gundown” (La Resa Dei Conti, 1966) hakkında bugüne kadar hiç yazı yayınlamadım. Nasip, bugüneymiş. Ülkemizde “Kolorado” adıyla oynayan “The Big Gundown” (La Resa Dei Conti, 1966) benim en sevdiğim İtalyan usulü westernlerden birisi, bunun nedeni sadece Lee Van Cleef ya da Sergio Sollima hayranı olmam değil. Şahsi kanaatimce, “The Big Gundown”, hafif ama ustaca dokunuşlarla şekillenen politik alt-metniyle ve ustaca serpiştirdiği ipuçlarını finale kadar takip edenlerin daha bir büyük keyif aldığı, en kuvvetli Avrupa westernlerinden biri. Bu filmde, onlarca adamın öldüğü sürekli bir cinayet ve katliam hali yok. Filmin çok kanlı bir finali de yok. Niye böyle, çünkü bu filmin derdi başka.    

“The Big Gundown”un (La Resa Dei Conti, 1966) adını ilk kez 1990’larda duymuştum. Video kaseti ve (sonra da) DVD’si çıkmadığı için bu filme bir türlü ulaşamamıştım. 2000’lerin başında bu filme ulaşabilmek için yurtdışıyla divx takası yapmak durumunda kalmıştım. Ama gelen versiyon maalesef kısaltılmış versiyonlardan biriydi. Ama hiç ziyanı yoktu, zaten biliyordum ve ona rağmen almıştım. Şimdi bu filmin bilinen en uzun versiyonu 110 dakika, Pal tipi kayıtlardaki FPS (frame per second) farkı nedeniyle (görüntü daha hızlı aktığı için) bu filmin bizim izleyebileceğimiz versiyonu 105 dakikanın azıcık üzerindedir (Kesintisiz/uncut da olarak bilinen bu versiyon 105 dakika 38 saniye). Filmin 85 dakikadan 105 dakikaya kadar yarım düzine kadar versiyonu mevcut. Zaman içinde çeşitli versiyonları seyredip, farkların bir dökümünü çıkardım, bu yazımda uzun uzadıya hepsinden bahsetmeyeceğim, sadece kısaca anmakla ve seneler önce elime ulaşan 95 dakikalık versiyon (ki, en bilinen versiyondur) ile şu an bu yazıya temel teşkil eden 105 dakikalık versiyon arasındaki farkları belirtmekle yetineceğim. Bunu yapmamın sebebi, kesilen kısımların filmin okumasını değiştiriyor olmasından kaynaklanıyor olacak. Sonra da filmin kilit sahnelerini hafiften mercek altına alacağım ve film hakkındaki bu ilk ve tadımlık yazımı tamamlayacağım.



LA RESA DEI CONTI

Öncelikle şunu araya sıkıştırayım. Filmin bazı ülkelerdeki versiyonunda Lee Van Cleef’in canlandırdığı karakterin lakabı “Colorado”dur, o nedenle Türkçe ismi “Kolorado”dur, bu bir. Filmin çeşitli versiyonlarında bazı karakterlerin isimleri farklıdır, duyarsanız, okursanız şaşırmayın (mesela, Brokston’un kızının adı İngilizce versiyonda Lizzie, İtalyanca versiyonda Kate’dir, yardımcısının/sekreterinin adı bazı versiyonlarda Lynch bazılarında Linch’tir vb.), bu iki. Bir de ben, bu yazı boyunca “Bıçak” anlamına gelen “Cuchillo” lakabını, orijinal haliyle koruyacağım ve Tomas Milian’ın canlandırdığı karaktere (Manuel Sanchez’e) Cuchillo demeyi tercih edeceğim, bölümler için de bu yazıda “sekans” yerine “sahne” kelimesini kullanıyor olacağım, bunun için de affınıza sığınıyorum, bu da üç. Hadi başlayalım.

Öncelikle, filmi kabaca parçalara ayıralım. 105 dakikalık versiyon 24 ayrı sahneden oluşuyor.

Sahne 1: Kanun Kaçaklarıyla Düello, 
Sahne 2: Şerif Jellicol’un Ofisi, 
Sahne 3: Düğün, 
Sahne 4: Sanchez Meksika Köyünde, 
Sahne 5: Kasaba ve Şerif, 
Sahne 6: Fahişe, 
Sahne 7: Mormon Kampı, 
Sahne 8: Sinyora’nın Çiftliği, 
Sahne 9: Su Birikintisi ve Yılan Isırığı, 
Sahne 10: Keşişler/Rahipler 1: Çörek, 
Sahne 11: At Arabası ve Corbett, 
Sahne 12: Keşişler/Rahipler 2: Smith&Wesson, 
Sahne 13: Meksikalı Komutan Segura, 
Sahne 14: Kasabadaki Genelev, 
Sahne 15: Cuchillo Paraları Eziyor, 
Sahne 16: Kodes, 
Sahne 17: Ölüler Günü, 
Sahne 18: Brokston’la Sohbet, 
Sahne 19: Cuchillo Karısıyla, 
Sahne 20: Kasabada Sürek Avı ve Yüzbaşı, 
Sahne 21: Für Elise, 
Sahne 22: Rosita’nın Dayak Yemesi, 
Sahne 23: Baron ve Silah Kılıfı, 
Sahne 24: Kamış Tarlasında Sürek Avı ve Tepelikteki Final. 

Kesilmemiş (uncut) versiyonların haricindeki eski ve kısa versiyonların çoğunda, yukarıda adı geçen üç sahne yani, “2. Sahne (Şerif’in Ofisi)”, “10. Sahne (Keşişler/Rahipler 1: Çörek)” ve “19. Sahne (Cuchillo Karısıyla)” hiç yoktur. Bazı daha kısa versiyonlarda “Sahne 15: Cuchillo Paraları Eziyor” da yer almaz.



Giriş :

Önce bu dört sahneden bence en önemlisi olan “Şerif Jellicol’un Ofisi”ndeki sahnenin olmamasının filmi nasıl etkilediğine bakalım. Bize az çok Jonathan Corbett’i tanıtan görkemli açılışın ardından, Corbett’i Şerif’in ofisinde görürüz. 

İkinci sahne. Şerif, duvardan aranan adamların afişlerini sökmektedir. Şerif, Corbett’i yüzüne över, ona içki ikram eder ve artık ciddi ciddi senatörlüğü düşünmesi gerektiğini söyler. Akabindeki düğün sahnesinde, Corbett’in arkadaşlarım senatör olmamı istiyorlar derken, kast ettiği kişilerden biri de Şerif’tir. Ofis’te Şerif ona senatörlüğe aday olması yani siyasete atılmasını tavsiye ederken şöyle der “düello yok, havada uçuşan kurşunlar yok, dağlarda kanun kaçağı kovalamak yok. Ve en iyisi artık cinayet işlemek yok”. Bu son cümleden sonra düğün sahnesine geçeriz. 

Filmin, şahsi kanaatimce, ana karakterleri yakından tanımamıza vesile olan ve tüm filmle bir şekilde bağlantılı olan o kilit sahnesine. Şimdi şöyle düşünüyor olabilirsiniz, Şerif sahnesi olmasaydı ne olurdu yani? Ne olurdusu var mı? Eğer o sahne olmazsa, Şerif’in arkadaşı Corbett’i  senatör olması için gazlamasının ardındaki asıl sebebin, Şerif’i çoktan satın aldığını anladığımız Brokston olduğunu anlayamazdık! 

Şerif de düğündedir. Çok da sarhoştur (arkadaşını yemleyip, bir tuzağa çektiği için mi acaba?). Anlaşılan o ki, “Corbett’e Oy Verin” afişini de Şerif bastırmıştır (ve belki de Brokston’a getirivermiştir). Bunların arkasındaki gizli teşvikçi Brokston’dur. Brokston’un Corbett’i Washington’a göndermek istemesinin sebebi sadece yapacağı proje için senatoda sağlam bir destekçi bulmak değildir. Teksas topraklarını tek tek ele geçirirken, ülkesini ve halkını seven Corbett’i de uzaklaştırmak istiyordur çünkü Corbett’in ona mani olabileceğini bal gibi biliyordur. 



Sanchez’i kovalama görevi verilen Corbett’e Şerif Yardımcısı rozetini çıkarıp uzatan da Şerif’in ta kendisi olur. Bu da acaba, Şerif, küçük kıza tecavüz ve akabindeki cinayet olayını biliyor muydu sorusunu akıllara getirir. Neden? Çünkü, Şerif tatil günü olduğu için Sürek Avı (Posse) düzenlemeyi reddeder de ondan! O ikinci sahnenin kesilmesi çok net bir şekilde anlatılmaya çalışılan çürümenin dozajını azaltmış ve politik sermayenin güvenlik güçleriyle (mevcut iktidarla ve yasal silahlı güçlerle) olan ilişkisine dair izleri silivermiştir. 

Peki, diğer üç sahnenin silinmesinin filme etkisi nedir? Üçünün de kesilip atılması Cuchillo’ya duyulan sempatinin azalmasına neden olur. Birinde aç kalıp rahiplerden çörek alan, öbüründe parayı bulduğu gibi o parayı çatır çatır yiyen, en sonuncusunda da her şeye rağmen karısını çok seven ve onu okyanusu gören Sierra dağlarına götürmeyi vadeden bir Cuchillo portresi çizilmektedir. Evet, Cuchillo hırsızdır, kirli ve pasaklı biridir ama insani yönleri de olan biridir. 

Filmin son 20 dakikasına kadar hikayenin sürprizi açık edilmez. Bu sahneleri kestiğiniz zaman, finale doğru yaşanan şokun etkisini değiştirmiş ve azaltmış olursunuz. Cuchillo’nun filmin yayınlandığı dönemde, başrol olmamasına rağmen, neden bu kadar çok sevildiğini ve onun başrolde yer aldığı bir devam filminin niye çekildiğini daha iyi anlamak için bu sahneleri seyretmenizi öneririm. Bu zeki, kurnaz ve aynı zamanda yakışıklı haydudun cazibesi o kesilen sahnelerde tavan yapıyor.

Film hakkındaki bu ilk yazıda, filmin politik içeriğine kısaca değinmeye çalışacağım ve bunun için de hikayenin katmanlarını genişlettiğini ve farklı okumaları mümkün kıldığını düşündüğüm iki kilit sahneye küçük bir giriş yapacağım. Kabaca 24 bölümden oluşan filmin dört sahnesi diğerlerinden biraz daha uzunca. Benim, “Sinyora’nın Çiftliği” adını verdiğim sekizinci sahne ile  final sahnesi (Sahne 24), süreleri 17 dakikanın birazcık üzerinde olan iki uzun bölüm. Ama kritik sahneler bunlar değil. Bence iki kritik sahne var, “Düğün” adını verdiğim üçüncü sahne ile “Für Elise” adını verdiğim 21. Sahne. 



Düğün :

Filmin üçüncü sahnesi olan ve 7 dakika süren “Düğün” bölümü, filmdeki en sevdiğim kısım. Sollima, burada, Visconti kadar olmasa da harikalar yaratıyor. Düğün sahnesi o kadar güzel yazılmış ki, ders niyetine sinema okullarında okutulması lazım. Gelinin babası Brokston’u, gelini, damadı, damadın babası Miller’ı, Brokston’un yardımcısı/sekreteri Lynch’i, yakın koruması olan Baron’u, Corbett’i, şerifi, McCoy kardeşleri hatta gıyaben Sanchez’i ve daha bir çok karakteri biz bu sahneyle yakından tanırız. Brokston’un, Corbett’in ve Baron’un kişiliklerini daha yakından analiz eden diyaloglar yazılıdır bu sahnede. Ana karakterlerin tutkularını, önceliklerini, ilkelerini, planlarını ve zaaflarını öğreniriz. 

Bu sahnede ilk olarak, Brokston’un sesini işitiriz. Asıl otoritenin o olduğu bellidir, kendisini bekleten fotoğrafçıyı kalaylar. Corbett ile Brokston ilk defa burada şahsen tanışırlar ve birbirlerini tartarlar. Gelinin babası Miller’ın zengin biri olduğunu öğreniriz, Brokston’un genç sevgilisi Melissa’nın varyete sanatçısı (varyete; müzik, dans ve tiyatro karışımı bir sanat kolu) olduğunu da. Brokston’un baş koruması Avusturya’lı Baron von Schulenberg’in son derece tehlikeli biri olduğunu da bu sahnede öğreniriz. 23 düello’da 23 kişi öldürmüştür. Şöyle der, onu övmek için hınzırca gülümserken Brokston, “23 düello, 23 dul”. Kendisine yapılan bir iltifatla, Avusturya’da bile meşhur olduğunu öğrenen Corbett ise silahını başka bir şansı olmadığı için kullandığını söyler. İlk sahneden sonra buna inanmak güç olsa da, filmin geri kalanında Corbett’in doğru söylediğini anlarız.



Brokston’la konuşurken, “Bazı arkadaşlarım politikaya girmemi istiyorlar” diyen Corbett’in de o işte biraz gönlü olduğunu anlarız. Bölgeyi haydutlardan temizlemiş, ayrıca bir dönem gayri resmi şeriflik yapmıştır. Corbett’in, şerifken, aynı zamanda kumar oynattığı bir salonu varmış ve daha kârlıymış ama pokerde hep kaybediyormuş. Savaşta Albay’mış, iç savaşta 10 ay içinde Albaylığa yükselmiş. Generalin oğluna yumruk atınca bir saat içinde er rütbesine indirilmiş. Brokston, Teksas’ta Davey Crockett’ten bile daha meşhur olduğunu söylediği Corbett’i kendi tarafına işte bu düğünde çekmeyi başarır ve el sıkışırlar. Onun senatörlük kampanyasının finansörü olacaktır. Şöyle anahtar bir cümle sarf eder buradaki bir sahnede Brokston, “Her erkeğin hayatında ışık (aydınlık) ve gölge (karanlık) vardır. Tarih ışığı saklar ve gölgeyi yok sayar”. Filmin geri kalanı da, aşağı yukarı bu minvalde ilerler. Dakikalar ilerledikçe “İyi” adamların, karanlık taraflarını öğreniriz. Sadece Brokston’un değil, Cuchilllo’nun, Şerif’in, Mormonlar’ın liderinin, Yüzbaşı Segura’nın, Rahip Smith-Wesson’un, von Schulenberg’in karanlık yönlerini de öğreniriz. Tam, eksiksiz, acımasız ve korkunç bir çürüme portresi çizer  “The Big Gundown” (La Resa Dei Conti, 1966).

Bu bölümde, hakkında en çok şey öğrendiğimiz kişi baş kötü Brokston olur. Etrafını en iyilerle (tabii ki, parayla) donatmış olmakla övünen Brokston’un en büyük hayali Amerika Birleşik Devletleri’nden Meksika’ya gidecek olan ve Teksas’tan geçecek olan bir demiryoludur. 

Ülkesini seven, iyi ahlaklı Corbett’i ikna etmeye çalışan Brokston, “Demiryolum bu eyaleti bir günde 20 yıl geliştirecek” der ve Corbett onu biraz sıkıştırınca da ekler, “Demiryolu yapıp milyonlar kazanacağım ama eyalet de kazanacak”. Corbett, “Teksas’ın kalkınmasını önemsiyorum ama senin (zenginleşmeni) değil” deyip, şerhini de düşerek, Brokston’un senatörlük için finansörlük/sponsorluk teklifini kabul eder. Tam beraber hatıra (ve kutlama) fotoğrafı çektireceklerken kılıksız McCoy kardeşler gelir. “Birkaç saat önce Lonely Corner’daydık, Baker’ın 12 yaşındaki kızına tecavüz edip bıçaklayıp öldürmüşler, yapan bir Meksikalı, onu 20 mil takip ettik, Güney’e (ülke dışına/Meksika'ya) gidiyor” derler damada ve babasına. 

Katil, lakabı Cuchillo/Bıçak olan Meksika’lı barmen Sanchez’dir. Şerif Jellicol, “ofis bugün kapalı takip ekibi kuramam” der ve iş birden Brokston’un kurnazlığıyla Corbett’e ihale ediliverir. 

Sadece 7 dakika içinde, neredeyse tüm ana karakterleri az çok tanımış oluruz, filmi sürükleyen iki temel çatışmadan birinin tohumları (Corbett-Brokston) bu düğün sahnesinde atılmıştır. Finale doğru, bu düğün sahnesinin neden kritik olduğu yavaş yavaş gün yüzüne çıkar. Hem kızını Miller’ın arazisine konmak için onun oğlu Chet’le evlendiren Brokston’un, hem damat Chet’in yediği herzenin, hem Brokston ve von Schulenberg’in ne denli gaddar olduklarının (McCoy Kardeşler meselesi), hem Brokston’un Şerif Jellicol arasındaki kirli ilişkinin derinliği (Meksika’dan çekilen faksı anında Brokston’a gammazlayan kimdi sanıyorsunuz?), hem de Cuchillo’nun ortadan kaldırılmasının neden önemli olduğu işte bu düğün sahnesinde detaylarda gizlidir. Ben bu ilk kritik sahneye, “senaryonun tüm kartlarını dağıtan sahne” adını veriyorum, gelelim “dağıtılan kartları toplayan” kritik sahneye. O bölüm ise, benim “Für Elise” adını verdiğim 21. sahnedir.



Für Elise :

“FürElise”, büyük bestekar Ludwig Van Beethoven’ın bir kadına yazdığından emin olunulan ama uzmanların kime yazıldığı konusunda henüz uzlaşı sağlayamadıkları, ustanın ölümünden 40 (bestelemesinden 57) yıl sonra, 1867’de ortaya çıkan meşhur bir piyano kompozisyonudur. Bu parçayı bilmeyeniniz yoktur. Neyse, benim bu 5 dakikalık bölüme “Für Elise” dememin sebebi, bu bölümün bu parçayla “diegetic” eşleşmesinden kaynaklanıyor. 

Brokston’un yapmayı planladığı demiryolunun Meksika ayağını yürütecek olan, toprak sahibi, iyi vergi ödeyen ve kiliseye bağış yapan Don Gomez Serrano’nun malikanesindeyiz.  Brokston, ortaklığa dair imzaları atmakla meşguldür. Fonda, “Für Elise” çalmaktadır. Kamera takriben 20 saniye kadar pan yapınca, Brokston’un sevgilisinin ev sahibiyle küçük bir dans gerçekleştirdiğini, yeni gelin ve damadın bahçede olduğunu ve bu parçanın piyanonun başındaki Baron von Schulenberg tarafından çalınmakta olduğunu görürüz. 

Bence sinemasal açıdan filmin zirvesi, hem büyük bir derinlik hem dinamizm içeren ve çok şey anlatan bu küçücük, mini minnacık 20 saniyelik plandır. Peki, neden? Hadi sahneyi parçalara ayıralım ve okuyalım...

Evin içi son derece güzel dizayn edilmiştir. 
Ferah, rahat, iyi aydınlatılmış ve bahçeye açılan kapısıyla iyi havalandırıldığını anladığımız büyük bir odadayızdır. 
Brokston’u mutlu görürüz, imzayı attığı gibi işin Meksika ayağını da garanti altına almıştır, imzayı gören genç sevgilisi de mutludur tabii. 
Kamera sağa doğru, piyanodan yükselen dingin tınılar eşliğinde usulca ilerlerken, ev sahibi ve konuğu birkaç saniye karşılıklı saygı ve nezaket çerçevesinde dans ederler. 
Serrano da mutludur çünkü artık o da Kilise’ye daha büyük bağışlar yapacak ve daha çok vergi ödeyecektir! (Şaka tabii, o da bu anlaşmayla yırttığını düşünmektedir hatta emindir!) 
Baron von Schulenberg mutludur çünkü insan öldürmek için fırsat çıkmıştır. Aynı zamanda da Corbett’le kapışmak için bir fırsat kolladığı gözümüzden kaçmaz. 
Arkada, bahçe terasında, karanlıkta ise yeni evli, karı koca vardır. Bu, işlerin onlar açısından iyiye gitmediğine işarettir, herkes içeride eğlenirken, onlar karanlık bir köşede kendilerini izole etmiş gibidirler. 

“Für Elise”nin dinginliği tüm sahneyi adeta sarıp, sarmalar. “Für Elise”yi her dinlediğimde bana, kötü bir şeyler olmadan hemen önce gelen o huzurlu dinginliği anımsatır. Burada da durum değişmez.



EnnioMorricone kusursuz bir seçim yapmıştır. Kamera müzikle adeta vals yapmaktadır. Carlo Carlini’nin görüntüleri, Beethoven’ın ölümsüz notalarıyla iç içe geçmiş, hikayeyi adeta iğne oyası gibi işlemektedir. Evet, 20 saniye içinde bunlar olur. Topu topu 20 saniye içinde. Ve şahsi kanaatimce, sinema denilen şey tam da budur!


Böylesi büyük eserler tek yazıyla geçiştirilemez, “The Big Gundown”a (La Resa Dei Conti, 1966) devam edeceğiz…

Yazan : Ertan Tunç

THE BIG GUNDOWN INTRO :

24 Nisan 2016 Pazar

Spaghettilere Emek Verenler : Alessandro Alessandroni


Spaghetti Westernlerin dayandığı hikayelerin tümü Vahşi Batıyı model almakla beraber, hikayelerin veriliş biçimindeki tüm detaylar Akdenizlidir. Karakterlerden olay örgüsüne bu görsel sunumu destekleyen diğer yan öğelerdede bu akdenizli sıcaklığı sürmektedir. Dolayısıyla bu filmlerin Avrupa ve Yakın Doğu'da yaratmakta olduğu etkiler Kuzey Amerika'da yaratmış olduğuna oranla daha coşkuludur. 

Coşkudan bahsedildiğinde aklımıza ilk gelen kısım müzik olmakta, kaldı ki bu konuda Spaghettilere Emek Verenler serimizin başlangıç noktasını da büyük bestecilere ayırmıştık. Morricone ve Bacalov gibi usta isimlerin beraberinde, Yeşilçam'a olan bağlılığımında bir neticesi olarak Emek Veren Karakterler ile devam bu seride çorbada tuzu bulunan her insanı mümkün olduğunca ele alarak tanıtabilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. 




Böylelikle serinin bir önceki yazısında Lardani ile başlamış olduğum az bilinen emek verenler serisinde bu sefer Alassandroni'ye yer veriyorum. Spaghetti Westernlere aşina veya orta seviyede bu filmlerle ilgilenen her izleyici için bu ismin yarattığı çağrışım muhtemelen bir bestecidir şeklinde olacaktır. Bu konuda doğru bir tahminde bulunulmakla beraber sanatçıyı (veya kendi tabiriyle icracıyı) zamandaşı diğer müzisyenlerden ayıran çok önemli bir özelliği bulunuyor. 

Sergio Leone'nin Dolar Üçlemesi (A Fistful of Dollars ve For A Few Dollars More )ve Bir Zamanlar Batı'nın müziklerinde duyulmakta olan ıslık sesinin sahibi Alessandro Alessandroni. 

Sadece ıslığı ile değil bahsedilen müziklerin gitar müziklerine de temel riffleri ile katkıda bulunan sanatçı, 1925 yılında İtalya'nın Lazio bölgesinde Soriano nel Cimino'da dünyaya geldi. Kendi sözleriyle 'Çocukluğumuzda çok az iş yaptık ama çok müzik yaptık' şeklinde müzikle tanışmasını belirten sanatçı öncelikle mandolin, ardından gitar ve takip eden yıllarda çeşitli enstrümanlarla müzikal sevgisini tatmin etmeye devam etmektedir. Çocukluk arkadaşı Ennio Morricone ile Leone'nin ilk spaghetti filminin müziklerine katkıda bulunması için aldığı davetle Spaghetti Westernlerin yazılı olmayan ama coşkuya hitap eden raconlarından biri olan insan sesleri ekolü de başlamış olur. 




Spaghetti Westernlere besteci kimliği ile (daha çok yardımcı besteci olarak) katkıları bulunan Alessandro Alessandroni'nin ana besteci olarak müziklerini yapmış olduğu Spaghetti Western adedi bir elin parmakları kadar olmasına karşılık, ıslığıyla hayat vermiş olduğu tüm filmlerin klasikleşmiş olmasında oynadığı rol o kadar büyük. 

Benim için sanatçıyı emek verenler dizisine eklemem için oluşan en önemli sebep ise aşağıda sarfetmiş olduğu cümledir :

"Ben bir yıldız değil sadece icracıyım, bence yıldızlar Morricone gibi bestecilerdir." 

Alessandroni'nin kişisel web sitesi için buraya tıklayınız. 

Yazan : Gökay Gelgec - Yojimbooo

Not : Videoda kullanılan elektro gitar, Leone filmlerinin müziklerinde kullanılan gitardır. 

Alessandro Alessandroni Canlı Performans :

17 Nisan 2016 Pazar

Modern Alt Kültür'de Spaghetti Western



Post-Modern şehirli alt kültür'ün son dönemlerde klasikleşmiş filmler ve müziklerin yeniden keşfi ve sanki dünyada şu ana kadar hiç varolmamışcasına bir keşif yarışına girdiği bu günlerde Spaghetti Western kültlerinin modern grafik tasarımlarıyla buluşması kaçınılmaz bir dönüşüm olarak göz zevkimizi şenlendiriyor. 

Filmlerin orjinal afişleri ve filmlerle beraber bir dönem Avrupa'da oluşan yepyeni moda akımının bugün grafik sanatlara da ilham vermesi Spaghetti Western seven bizleri mutlu eden gelişmeler. Sosyal medya, interaktif ve siber katılımcılık, paylaşmanın dayanılmaz doyumu veya doyumsuzluğu içerisinde yeni nesil çalışmaları sadece görsel tabanlı sosyal içeriğe dayandıran Pinterest içerisinde toplu halde bulma şansını edindim. 




İliya Peyson'a ait pinterest alanının içinde sadece Spaghetti olarak ayrı bir pano bulunuyor. Pano'nun amacı geçtiğimiz haftalarda Spaghettilere Emek Verenler serisinde incelediğim Iginio Lardani gibi, türün animasyon ve görsel grafik tasarımları üzerine yoğunlaşmak olmuş. Spaghetti Westernler üzerine popüler alt kültüre hizmet etmesi koşuluyla tüm eski ve yeni grafik çalışmalar ve kısa sunum videoları bir araya getirilmiş. 

Neticede bizlerede bu güzel derlemeyi izlemek ve kullanıcıyı favorilerimize eklemek kalmış. Şahsi fikrimce bu yazıda kullanmış olduğum Çizme ve Makarnaya dolanmış altı patların beraberinde Dolar Üçlemesi üzerine yapılmış minimalist tasarımlar son derece ilgi çekici.

Clint Eastwood'u zombie olarak görmek isterseniz link ve fazlası için aşağıdaki satırı takip etmeniz yeterli



İliya Peyson Pinterest Spaghetti Sayfası için buraya tıklayınız. 

Yazan : Gökay Gelgeç - Yojimbooo

10 Nisan 2016 Pazar

KILLER KID : Kibar Haydut - 1967


Sergio Leone bir röportajında, “westernleri çekerken, biraz da solculuk oynuyorduk” minvalinde bir laf etmişti. Gerçekten de sadece Leone’ninkiler değil, diğer tüm İtalyan usülü westernlerin ya da daha çok bilinen ismiyle spagetti westernlerin hatırı sayılır bir kısmı politik alt-metinlerine sahiptir. Kabul etmek gerekir ki, furyaya dahil olan çoğu westernde bu politik alt-metinler, hikayenin içindeki işlevini yerine getirememesi, biçimsel tercihin içerikle örtüşmemesi gibi başlıca nedenlerden ötürü akim kalmaktadır. 

Politik nitelikli spagetti westernlerin çoğu, inandırıcılıktan bir hayli uzak, masalsı hikayelere sahiptir ve bu nedenle de seyirciden teveccüh görmemişlerdir. Bunu farkeden filmciler (yapımcı, yönetmen ve senaristler), hikayelerini Meksiya’ya taşıyarak, sosyal içerikli görüşlerini yansıtabilecekleri doğal bir fon oluşturup, biçimsel tutarlılık geliştirmek istemişseler de, Corbucci ve Leone gibi bir-iki örnek hariç hemen hemen tüm yönetmenler genelde kullandıkları “faşist yönetim-direniş örgütü-halk devrimi” kurgusunda fena halde çuvallamıştır. 

Leopoldo Savona’nın “Killer Kid”i (Sahte Haydut, 1967) de buna bir örnek teşkil ediyor. Aksiyon dolu bir western olarak iyi ama politik bir film olarak değerlendirildiğinde durum çok da parlak değil.



“Killer Kid” (Sahte Haydut) başrolünde Anthony Steffen’in oynadığı bir spagetti western. Aslında demin de belirttiğim gibi, sürprizlerle dolu hikayesi bir aventür olarak fena değil, kurgu çok başarılı, müzikler ve çekimler gayet güzel, Steffen’in güçlü ekran kişiliğine ilaveten rolüne cuk oturan Fernando Sancho ve Giovanni Cianfriglia gibi güçlü kozları da var ama iş politika yapmaya gelince çok başarılı olduğunu öne süremeyiz.

Açılış gaddar bir Meksikalı kumandanın, Ramirez’in, bir grup köylüyü kurşuna dizdirmesiyle başlıyor. Devrimci hareketin bölge sorumlusu olan “El Santo/The Saint” (Aziz) adında bir liderin yerini öğrenmeye çalışan komutan konuşmaktan kaçınan Meksikalıları acımasızca katledince, onun “kötü”, köylülerin “masum”, “iyi” ve “doğru yolda” olduklarını anlıyoruz.


Anthony Steffen’in canlandırdığı karakteri ilk kez gördüğümüzde, kendisinin bir Amerikan askeri hapishanesinde hücre mahkumu olduğunu öğreniyoruz. Kendisine akşam yemeği için getirilen ekmeğin içinden kağıda yazılmış bir mesaj çıkıyor, biz mesajı göremiyoruz. Daha sonra aynı askeri üsdeki komuta odasına geçiyoruz. Bir komutan sınırda silah kaçakçılarına karşı alınacak önlemlerle ilgili astlarına direktifler veriyor. 

Haydut “Killer Kid”in Knox Kalesi’ne nakledileceğini ve çetesinin onu kurtarmaya çalışabileceğini bu sahnede öğreniyoruz. Mahkumun nakli komutandan gelen emirle iki haftalığına erteleniyor çünkü “Washington”, üzerinde Amerikan Ordusu amblemi olan çok sayıda silahın çalındığını/kaçırıldığını ve bu silahların Meksikalı gerillalara gönderileceğine dair istihbarat aldıklarını komutana bildirmiş. Önceliği, sınırdaki olası mühimmat geçişini önlemeye veriyorlar çünkü eğer Meksika Hükümeti bunu haber alırsa bu durumun nahoş diplomatik sıkıntılara sebep olacağını öngörüyorlar (mevcut hükümeti/yönetimi devirmek için devrimci gerillalara örtülü destek verilmiş gibi olacak çünkü). 

Takip eden sahnede, “içeriden” birinin Anthony Steffen’in canlandırdığı mahkumun kaçışına çaktırmadan yardım ettiğine şahit oluyoruz. Yardım eden kişiyi göremiyoruz. Hücresinin kilidi açık bırakılmış, artık nasıl oluyorsa oraya bir yere de kendisi için bir at ve yeterli miktarda silah bırakılmış (tabanca, tüfek vb.). Steffen, bir-iki nöbetçiyi bayıltıyor ve kendisi için hazırlanan ata binip, firar ediyor.

Sonraki sahnede yine komutanın odasındayız. Komutan; batının en tehlikeli silahşörü “Killer Kid”i ellerinden kaçırdıklarını, onun canlı olarak yakalanması gerektiğini çünkü terfisinin buna bağlı olduğunu söylüyor. Anthony Steffen “Killer Kid”miş. Komutan Çavuş Mulligan’a emir veriyor, “git onu bana canlı getir”. Komutan ayrıca ivedilikle Meksika Hükümeti’ne “Killer Kid” kaçtı, canlı getirilmesi karşılığında konan ödül de “5000 Dolar” diye haber verilmesini emrediyor. Yakında hem Amerikan Ordusu’nun hem de Meksika Ordusu’nun “Killer Kid”in peşine düşeceğini öğreniyoruz.


Sonra Amerikalı silah kaçakçılarını tanıyoruz. İki ayrı grup var. Hem üzerinde Amerikan Ordusu’nun amblemini taşıyan silahları ordu deposundan çalanları hem de bu silahları büyük paralar (ödeme altınla yapılacak) karşılığında Meksikalı devrimcilere satacak olanları görüyoruz. Silahları Meksikalı devrimcilere satmaya gidiyorlar, silahları alan komutan Vilar (Fernando Sancho) bu alış-veriş için gönderilen kaçakçıları öldürtüyor, sonra -aniden- kaçakçıların geri kalan ekibi baskın veriyor ve Vilar’ın adamlarını temizleyip, paralarını alıyorlar. Vilar, gerillaların bölge lideri “El Santo”nun adamıymış ama “El Santo”nun olan bitenden haberi yokmuş. Vilar’ı serbest bırakıyorlar, ne de olsa ekmek teknesi. 

Sonra film, ilk 6 sahnesinde tanıttığı bütün bu grupları (“Killer Kid”, Meksika Hükümeti ve gaddar komutan Ramirez, Amerikan Ordusu, Meksikalı masum köylüler ve devrimci gerillalar, silah kaçakçısı Burnes ve adamları vb.) kâh biraraya getirip, kâh karşı karşıya getirterek süresi boyunca ilgiyi canlı tutmayı başarıyor.

Yönetmen Leopoldo Savona’nın Sergio Garrone’yle beraber yazdığı senaryo, aksiyonu filme ustaca yayıyor. Sürekli yaşanan çatışmalar, kavgalar, güç dengelerinin mütemadiyen değişimi hem dramatik çatıyı ayakta tutmaya hem de aksiyon ihtiyacını karşılamaya yetiyor.


Öte yandan, filmi politik açıdan çaptan düşüren birinci etken, karakterlerin tek boyutlu oluşu. Derinlikten yoksun sığ karakterler olarak resmedilen politik figürler filmin düz bir şablonda ilerlemesine vesile oluyor. Mesela açılıştaki sahnede köylüler, gözleri önünde hunharca yapılan katliam karşısında bir bile gram duygusallık göstermiyorlar, hiçbir tepkileri yok sadece sükunetle seyrediyorlar, ki katledilenler sonuçta onların arkadaşları, komşuları, oğulları. Tamam bu köylüler metanetli, cesaretli falan ama bu kadar da olmaz ki. 

Pablo, Dolores ve Mercedes de aynı şekilde dümdüz karakterler, hiçbir zenginlikleri yok. Dramatik çatışmanın iki ayrı ucundaki Ramirez ve “El Santo” (Aziz) de ha keza öyle. Eylemlerin sebep ve sonuçları, karakterlerin olumlu-olumsuz yönleri ve “davalar”ın insan üzerindeki etkileri peliküle sağlıklı bir şekilde aktarılmamış. Bu da filmin politik söyleminin basmakalıp gözükmesine yol açıyor. 

Mesela “Aziz”, sırf iyi bir silahşör olduğu için büyük bir halt yiyen Viral’i hemencik affediyor, olacak iş mi bu? Bu nasıl devrimcilik? Filme zarar veren bir diğer hikaye ise, Ramirez’in bir türlü yerini tespit edemediği devrimci gerillaların bölge lideri “Aziz”in saklandığı yerin Pablo’nun köyü oluşu. Bu Meksika köyüne gelirken herhangi bir güvenlik önlemi görmediğimiz gibi, köyün içinde de güvenlik adeta sıfır. 

Mesela köye geldiği gibi “Killer Kid” bir anda “Aziz”i koruma görevini üstleniyor, hatta dağlara doğru gittiklerinde neredeyse onu bir lider statüsünde görüyoruz. O zaman Ramirez niye bu koca köye bir tane casus göndermeyi akıl edemedi diysorası geliyor insanın. Bu gibi detaylar hikayenin inandırıcılığını büyük ölçüde zedeliyor.



Filmde benim sinemasal açıdan “zengin” olarak nitelendirebileceğim 3 kişi var; 

Ordu Komutanı görevindeki Binbaşı, gerillaların teğmeni Vilar ile silah ve mühimmatı Vilar’a getiren kaçakçıların yardımcı kumandanı Sam (ihanet ettiğini öğrenince Vilar’a baskın yapıp, adamlarını öldürtüp, Vilar’ı bağışlayan adam). 

Bu karakterlerin tavır, tutum ve davranışları, replikleriyle beraber kompleks ve ilgi çekici bir hâl alıyor. Filmde en zor rol Fernando Sancho’ya düşmüş, o da nadiren kendisine uygun görülen başrolde fena oynamamış hani, buna çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim.  Sancho’nun canlandırdığı Vilar, devrimin sadece silahla yapılacağını düşünen ahmaklardan. Darbe yapıp bölge yönetimini ele geçiriyor ki, 2000 tüfeği alıp bir an evvel ayaklanmanın fitilini ateşleyebilsin. Dolores’le ilişkisi de hayli dikkat çekici. Bu filmde canlandırdığı karakterin iniş-çıkışlarını başarıyla yansıtan Sancho’nun açıkça Steffen’den rol çaldığını söyleyebiliriz.  

Alegre Geçidi’ndeki finale gelince. Burada benim tek tutarsız bulduğum şey, liderliğin (Capo) hemencecik “Killer Kid”e geçişi, onun dışında filmi güzel bir şekilde bitiriyorlar, özellikle dinamitle patlatma sahneleri iyi çekilmiş ve finaldeki acımasızca verilen “kurşuna dizin” talimatı hikayenin içinde dairesel bir döngü yarattığı için şık durmuş.



Son tahlilde; Leopoldo Savona’nın “Killer Kid”i (Sahte Haydut, 1967) Berto Pisano’nun müzikleriyle ve Sandro Mancori’nin görüntü çalışmasıyla öne çıkan bir Anthony Steffen westerni. En büyük artısı da Fernando Sancho. Sancho ve Steffen ikilisinin biraraya geldiği bir önceki spagetti western olan “7 dollari sul rosso”ya (7 Kanlı Dolar, 1966) kıyasla çok daha iyi bir film. Türün meraklılarına tavsiye ederim.

Yazan : Ertan Tunç

KILLER KID Italian Trailer :